Türkiye’nin Kilisesi
Öncelikle belirtmeliyim ki başlıktaki “kilise” sadece sembolik bir ifadedir. Zira yazı ilerledikçe demek istediğimi çok açık şekilde anlayacaksınız. İlk olarak tarihe bir yolculuk yapıyoruz. Bir yolculuğa çıkarken alacağınız üç şey ne ise onları almayı unutmayın. Ama bunlardan biri muhakkak tabularınız olsun. Zira dönüşte onları bırakmış olacaksınız. Sizi tekrar bulamasınlar diye oralarda bir yerlerde kırarız onları da.
Ortaçağ’a dönüyoruz. Dünya’daki tarihi gelişmeler iki kutup arasında anlatılır hep. Doğu ve Batı olarak tarih iki kısımda incelenmiştir. Aslında yanlış buradan başlamaktadır. Dünyada yön kavramı olarak “batı” vardır. Güneşin doğduğu yöne Doğu, battığı yöne de Batı denebilir. Fakat insan topluluklarını, coğrafyaları, halkları, kültürleri Doğu, Batı diye bölemeyiz. Zira İngiltere’nin Greenwich kasabasından başlayan boylamlar doğuya doğru sıralanır ve tüm dünyayı sararak yine Greenwich’te biter. Toplam 360 adet boylam vardır. Buradan da anlaşılacağı gibi ve Galileo’nun dediği gibi dünya yuvarlaktır. Saat dilimleri bile sadece doğuya doğru giderken Batı da kim oluyor acaba? Kim uydurdu bu kavramı? Bir Çinli gözünden bakarsak; Amerika batıda değil, Büyük Okyanusun da doğusunda bir ülkedir. Greenwich’e varmadan bir önceki boylam dünyanın en doğusudur vesselam. Fakat şu anki durum Edirne’den ötesi Batı, Edirne’den berisi Doğu şeklindedir. Böyle bir kavramın oluşması mantıksızlık abidesidir. Tabulardan kastım kafanızda işlemiş olan “Batı” kavramı dahil tüm kavramlardır. Mesela sizinle Ortadoğu kavramını da incelememiz gerek fakat o, bu yazıya sığmaz.
Doğu ve batı kavramını kafanızda yıktığımıza göre şimdi istediğim kıvama geldiniz demektir. Gelelim sözde “Batı” özde “Doğunun da doğusu” olan Avrupa’ya. Avrupa’da Ortaçağda tam anlamıyla bir Cahillik baş göstermekteydi. Hatta öyle ki adamların “Cahillik erdemdir” diye bir atasözleri dahi var. Bizde böyle atasözleri bulmayı bırakın “İlim Çin’de dahi olsa gidip alın” diyen bir Peygamber (s.a.v)’in ümmetiyiz.
“Hıristiyan bilgilendikçe, Müslüman cahilleştikçe dinden uzaklaşır.”
Ortaçağ’da Avrupa’daki cahilliğin bir sebebi var tabii ki. O da kilise. Gerek ilmi gerek siyasi gerekse sosyal olarak hayatın tüm alanlarında otorite olmayı başarmış bir yapı. Kralı “Baş Rahip” olarak “Atayıp” kiliseye bağımlı hale getirip sonrasında türlü türlü şantaj ve ali cengiz oyunlarıyla kralı tehdit ederek otoritelerini koruyorlar. “Tanrı tarafından seçilmiş” olduğuna inanılan kralı “Zaten Tanrıyı da biz temsil ediyoruz” diyerek abluka altına alan bir yapı. Farklı bir kitap okuyanı aforoz eden, o zamanlar gerçek tıp olarak görünen fakat modern dünyada “Alternatif tıp” adıyla anılan bitkisel ilaç yapımıyla uğraşanları “cadı” diyerek damgalayıp şehir meydanlarında ibret olsun diye cayır cayır yakan bir oluşum. Halk yararına, halkın gözünü açacak ya da bilimsel çalışma yapanları katleden bir oluşum. Yani anlayacağınız “Kral da kim? Biz istediğimizi yaparız. Kimse de sesini çıkaramaz.” tavrında olan bir kurum.
Kısaca, Ortaçağ kilisesi Krallıklarda “Hukuk” demek. İşine gelmeyeni suçlu bulan, işine geleni şövalye ilan eden bir yapı. İşte tam burada Fransız İhtilaliyle ortaya çıkan “Laiklik” kavramı da buradan geliyor. Kilise dini bir kurum olduğu için “Din ve Devlet işlerinin birbirinden ayrılması” kavramındaki “Din”in simgelediği asıl kavram “Hukuk”tur. Bir zümrenin tekeli altında olmaması gereken hukukun siyasete karışmaması gerekmesi belirtilmek istenmiştir. Hukukun üstündeki kartellerin yıkılması, Devlet işlerine Hukukun karışmaması, yalnızca işini yapması demektir. Devletin üzerindeki Hukuk ambargosunun kalkması demektir.
Osmanlı’da durum neydi? İlk olarak Osmanlı devlet yapısını iyi anlamak gerekmektedir. Siyasi hayat ve Hukuk tamamen birbirinden ayrıydı. Şeriat denilen oluşum Hukuki bir kavramdır. Padişah ise Siyasi bir kavram. Padişahın, Şeyhülislam’dan fetva alması demek, uygulanacak bir devlet işinin İslam Hukukuna uygun olup olmadığını sorması demektir. Din devlete karışmaz, bu iş uygundur yahut değildir der. Zira Osmanlıda İslam’a aykırı olmasına rağmen, Faiz sistemi de vardır. Demek ki neymiş? Hukuk, Devlet işlerine karışmıyormuş. (bu kısma çok yorum gelecek biliyorum. Antitez yazın canlar.)
Şimdi gelelim günümüze. Şu anda vatandaşı olduğumuz ve uğruna canımızı tereddüt etmeden vereceğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşıyoruz. Allah zeval vermesin. Fakat bu devlet de kul yapısı. Kurumlarını kuran da işleten de devamını sağlayanlar da kul. Yani demek istediğim şu, herkesin hatası olur. Kimse hatasız değil. Fakat hatayı fark etmek ve en tezinden dönmek gerek.
Halkın seçtiği Mecliste çıkan bir yasa yine halkın seçtiği Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmasına rağmen Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilebilmektedir. Kimdir Anayasa Mahkemesi? 15 Hakim’den oluşan bir yapıdır. Bilindiği üzere Hakimler “Atanır” Meclis ise “Seçilir”. Küçüklüğümüzden beri izlediğimiz çizgi filmlerde bile “sen seçilmişsin” dediler mi bir adama, verilen şey aslında kendi doğal gücüdür. Fakat bizim ülkemizde seçilmişlere verilen güce makas atan bir atanmışlar grubu vardır. Bu da Anayasa Mahkemesidir. Laik bir ülkede yaşadığımızı söylüyorsak. Laiklik de ortaçağda din olarak bilinen günümüzde “Hukuk” olarak anılan kuralların devlet işlerine yani “Siyaset”e karışmamasıysa yapılacak olan da bellidir.
Zira devletimi “TERÖRİSTE” 50 Bin Lira tazminat ödemeye mahkum eden bir yapı ancak Ortaçağ Avrupası’ndaki Kilise yapısıyla aynıdır. Ortaçağda “Cennetten tapu” satacak kadar yüzsüzleşen Kilise ile “Teröriste tazminat ödeyeceksin” diyebilecek durumda olan Anayasa Mahkemesi birebir örtüşmektedir Vesselam.
Alın size basın özgürlüğü. Hadi bakalım.